Eylül 1902’de Edvard Munch, nişanlısı Tulla Larsen’le yaşadığı bir tartışmanın ardından sol eline isabet eden bir kurşun nedeniyle Norveç Ulusal Hastanesi’ne kaldırıldı. Tetiği kimin çektiği hâlâ belirsizliğini korurken, geçirdiği ameliyat onu Ameliyat Masasında (1902-1903) adlı tabloyu yapmaya yöneltti. Tabloda, hemşire, üç doktor ve bir grup tıp öğrencisi tarafından izlenen çıplak, edilgen bir beden yer alıyor. Ön plandaki büyük kırmızı kan pıhtısı ise neredeyse bir başa, kalbe ya da rahme benzeyen biçimiyle adeta canlılık kazanıyor. Bu travmatik olay aynı zamanda sanatçının elinde mermi çekirdeğinin görüldüğü ilk tıbbi röntgenlerden biriyle de belgelenmişti.

Bu kanlı tabloyla birlikte sergilenen el röntgeni, Oslo’daki Munch Müzesi’nde açılan Lifeblood (Hayat Kanı) adlı serginin çarpıcı başlangıç noktasını oluşturuyor. Sergi, Munch’un resimlerini, çizimlerini ve baskılarını sağlık tarihinden gelen nesnelerle birlikte sunarak, sanatçının eserlerini yeni bir bakışla değerlendirme fırsatı sunuyor.
Munch’un hastalık, ölüm ve ruhsal çöküntü temalarını işlemesi zaten biliniyor. Ancak bu sergi, onun yalnızca hastalıkları resmetmekle kalmayıp, aynı zamanda bunları doğrudan yaşamış, tıp alanındaki gelişmeleri yakından takip etmiş biri olduğunu da gözler önüne seriyor.

X-ışını fotoğrafçılığı, anestezi, mikrop teorisi, antibiyotikler ve doğum kontrolü gibi tıpta devrim yaratan gelişmelerin yaşandığı bir dönemde yaşayan Munch, küçük yaşlardan itibaren bu gelişmelere ilgi duymaya başladı. Babası ve erkek kardeşi doktordu. Küçükken eczaneye ilaç almaya gider, babasıyla birlikte hastanelere ve ev ziyaretlerine katılırdı. Lifeblood, Munch’un 12 yaşındayken yaptığı eczane çizimleriyle birlikte, arsenik içeren kavanozlar ve “tinctura antihysterica” yazılı mavi şişeler gibi dönemin tıbbi objelerini bir araya getiriyor.
Sanatçı hayatı boyunca doktorlarla yakın ilişkiler kurdu. Bu sayede hastanelerde, hasta evlerinde gözlem yapma ve çizim yapma fırsatı buldu. Hasta Çocuk (1885-86) gibi başyapıtları bu deneyimlerden doğdu. Eser, veremden ölen kız kardeşi Sofie’ye adanmış olsa da, model olarak babasıyla bir ev ziyaretinde tanıştığı Betzy Nilsen isimli kız kullanıldı.
Verem, kara melekler ve ölüm korkusu

Sergi, veremle ilgili pek çok tıbbi nesneye de yer vererek Munch’un eserlerini tarihi bağlamına oturtuyor. O dönemde yaygın olan mavi cam balgam şişeleri ve erken dönem stetoskoplar gibi nesneler, izleyiciye hem dönemin hastalık algısını hem de bugünün pandemik kaygılarını hatırlatıyor.
theartnewspaper‘da yer alan habere göre: Munch’un hayatında sürekli bir hastalık korkusu vardı. Annesi ve kız kardeşi Sofie’yi veremden, erkek kardeşi Andreas’ı ise zatürreden kaybetmişti. Kendisinin de sık sık solunum yolu hastalıkları geçirdiği biliniyor. “Hastalık, delilik ve ölüm beşiğimin başındaki kara meleklerdi” diyerek yaşam boyu süren rahatsızlıklarını tanımlıyordu.

1919 tarihli İspanyol Gribi ile Otoportre’sinde, solgun yüzü ve nefes almakta zorlanan ifadesiyle, yaşadığı korkuyu resmetti. Yanında ise kişisel oksijen tüpü, hortumlar ve maskeler gibi dönemin modern solunum cihazları sergileniyor.
Munch’un hastalık korkusu, özellikle akıl sağlığı konusunda daha da derindi. Babasından miras aldığını düşündüğü melankoli ve gerginlikten dolayı, kendisinin ve kardeşlerinin akıl hastalığına yatkın olduğunu düşünüyordu. Kız kardeşi Laura hayatı boyunca psikiyatri kliniklerinde kaldı. Munch ise 1908-09 yıllarında aşırı alkol tüketimi nedeniyle Kopenhag’da bir sinir kliniğine yatırıldı.
Sergi, kadınların hastanelerde kurban, erkeklerin ise melankolik dâhiler olarak tasvir edilmesi gibi toplumsal cinsiyet temsillerine de dikkat çekiyor. Laura’nın kaldığı Gaustad akıl hastanesine ait demir parmaklıklı bir pencere ve el tezgâhı gibi nesneler bu deneyimi görünür kılıyor. Laura’nın ördüğü dokumalar ve ailesine gönderdiği ayrıntılı mektuplar, onun sadece bir hasta değil, aynı zamanda etkin ve duyarlı bir birey olduğunu da ortaya koyuyor.
Frengi korkusu ve kadın bedeni

Munch’un cinsellikle ilgili korkuları da eserlerine yansıdı. Özellikle frengi hastalığına dair yoğun bir korku taşıyordu. Madonna (1895) adlı taş baskısı, bir femme fatale figürünü, etrafında yüzen sperm hücrelerinin süslediği bir çerçeveyle tasvir ederken, bir köşede diz çökmüş ürkütücü bir fetüs görülür. Bu eserle birlikte sergilenen dönemin kondom paketleri, dönemin cinsel sağlık algısını da gözler önüne seriyor.
Kalıtım (1897-99) adlı eser ise frengi hastalığına dair korkusunun en çarpıcı örneği. Eserde hasta bir bebek, kan lekeleriyle dolu göğsüyle annesinin kucağında yatarken, anne mendiline öksürüyor. Munch bu tabloyu Paris’teki St. Louis Frengi Hastanesi’nde gördüğü bir sahneden esinlenerek yaptığını söylemişti. Aynı hastaneden alınan balmumu hastalık modelleri de sergide yer alıyor.
Sanatla şifa arayışı
Sergi boyunca Munch’un sanatı ile modern tıbbın amaçları arasında bağ kurduğu netleşiyor. Sanatına “hayat kanım” diyen Munch, 70 yaşında şöyle yazmıştı:
“Hastalık resmettiğimde, bu sağlıklı bir tepkiydi—bundan bir şeyler öğrenilebilir ve yaşanabilir.”

Bir başka yerde ise sanatla başkalarının da hayatlarını anlamlandırmalarına yardımcı olmak istediğini belirtiyor.
Ancak tıbba olan ilgisi kadar şüpheleri de vardı. Bunu en net biçimde, iskelet figürlerinin eserlerinde sıkça yer bulmasından anlıyoruz. Serginin son bölümlerinden biri, sanatçının bir iskeletle dans ettiği Ölüm Dansı (1915) adlı taş baskıya ayrılmış. Munch bu eseriyle ilgili olarak anatomi profesörü Kristian Schreiner’e şu sözleri söylemişti:
“İşte buradayız, iki anatomist yan yana: Bedenin anatomisti ve ruhun anatomisti.”
Bu sergi ve ustaca seçilmiş tıbbi objeler sayesinde, Edvard Munch’un hem bedene hem de ruha dair olağanüstü gözlemlerine daha yakından bakma fırsatı doğuyor.
diyekonustu.com

